Dil Tutsaklığı
Bir
ulus kendi dilinde konuşup düşünemezse onda bağımsızlık, özgürlük, benlik,
erdem, yücelik, doğruluk, yaratıcılık, özlülük, kişilik ve bu gibi insanı
biçimlendiren kavramların üretilmesi olacak iş, beklenecek bir başarı değildir.
Kendi
dilinin olanakları ile düşünemeyen, sıkıştıkça başka dillere el açan bir
toplumda bilinç aydınlığının yerini "dil tutsaklığı" almıştır.
Dil
tutsaklığı kişiyi özünden koparan, varlığının bilincine varmadan ondan
uzaklaştıran, düşünsel yaratıcılığı aktarmacılığa dönüştüren, verimsizliğin
karanlığında el yordamıyla yürümeğe alıştırılan, üstelik bunu bir başarı sayan
olumsuz bir durumdur.
Türk
ulusu, 1928 öncesine değin 1100 yıl bu acı gerçeğin ağırlığı altında ezilmeye
alıştırılmıştır.
Arap ve Acem dillerinin sağladığı dayanaklarla ayakta durmaya
çalışılmış, düşünsel varlığının besleyici öğelerini başka toprakların
ürünlerinden edinmeye yöneltilmiştir.
Çok
eski dönemlerde başka ülkeleri savaşlar ve saldırılar yoluyla alma
yöntemi ise artık çok gerilerde kalmıştır. 20. yüzyılın getirdiği yeni yöntem
ise kansız bir saldırı olarak yorumlanabilir.
Başka
ülkeleri ve halkları kendi egemenlikleri altına almak onları çok daha kolay etkileyebilmek,
sömürebilmek isteyen ülkeler nasıl bir yol izlemektedirler. Bunlar özellikle
kendi dillerini ve son moda ekinsel değerlerini oralara göndermektedirler.
Bunun
en yaygın ve çok açık örneğini İngilizce dili çevresinde görebiliriz. Tüm dünya
bu dil ve ona bağlı ekinsel değerler aracılığı ile artı yeni bir dünya görüşüne bağlanmış gibidir. Artık kendi teknolojik
ürünlerini daha kolay pazarlayabilmektedirler. Kendi politik çıkarlarına en
uygun olan kararların bu ülkelerde, kendilerine kendi dil ve ekin bağıyla bağlı
olan öbeklerin da yardımıyla çıkartabilmektedirler.
Bu
yolda o kadar ilerleyebilmişlerdir ki artık bir çok ülkede kendi diline özen
gösteren, ulusal ekinsel değerlerine, öz teknolojisine ve öz bilimine sahip
çıkmaya kalkanlar bireylere geride kalmış insan gözüyle bakılır olmuştur.
Bir
halk, bir ülke kendi öz bilimcisine ve sanatcısına önce kendi değer vermez ise,
kendisi ona sahip çıkıp, desteklemez ise uluslararası kalkınma ve uygarlık
savaşında nasıl bir yer alabilir? Edinilen tüm değerler kimin hesabına
yazılmaya başlanır. Sonuçda kazanan kimdir?
Günümüzde
işte bu nedendendir ki yeni sömürgeciliğe karşı durabilmenin bir yolu da ulusal
bilince sağlıklı bir yoldan erişebilmek ve oradan aldığı güç ile gerek bilimde
gerekse de politikada ülkeler arası yarışda hız alabilmektir. Dilin varlığı ise
o ulusal bilincin en önemli bir öğesi durumundadır.
Ulusal
bilincin ışıldağını yakan, konuşulan dilin özgün içeriğidir. Bu gerçek de
yalnızca Türkiye için değil Avrupa'da yaşayan Türkler için de geçerlidir. Asıl
olan da bunun Türkçe dilli tüm halkca kavranabilmiş olmasıdır.
Almanya'da
çağın getirdiği tüm insanlık değerlerine sahip çıkan, Alman diline en üst
düzeyde egemen olan, mesleğinde kendisini kanıtlamış olan bir insanın kendi
anadilinde ve öz ekinsel dünyasında da güçlü olabilmesi ona en yakışanıdır.
Bu
varsıllık ona hem kendi iç dünyasında büyük bir doygunluk verecektir, hem de
yine bu toplumda Almanya'da daha saygın bir konumda yer alacaktır. Bunun en
başda gelen nedeni de Almanya'nın çağdaş
evrensel değerlere yer vermeyi isteyen bir ülke olmasındandır.
Almanya'da
da Türkçe dilli aydınların, bilimcilerin görevi kendi dilinin bağımsızlığını
koruyabilmek olmalıdır. İletişim dilinin Türkçe olması gereken ortamlarda bile
ya tümüyle Almanca'yı ya da bazı sözcükleri Almanca olarak kullanma özentisi
sıkca gözlenen bir olaydır.
Acaba
o kişiler kendilerinin ekin düzeylerinin çok yüksek olduklarını mı yoksa bir
üst sınıfa ait olduklarını mı ispatlamak istemektedirler? Böylesine bir
kompleksin ne getirip ne götüreceği uzun boylu tartışılabilirse de sanırım bazı
tıp uzmanları bunun açıklamasını çok daha iyi yapabileceklerdir.
Dil
tutsaklığı, ardından bir sömürü yolunu da açabileceği için tehlikelidir. Hiç
bir güç dil tutsaklığının, adı ne olursa olsun, bir sömürüye yol açmayacağının
garantisini veremez.
Her dil
bir düşünceler sistemini de geliştirir.
O dil aracılığı ile düşünen ve üreten
birey böylelikle de o dilin bağlı olduğu güç öbeğine görev vermeye yönelme
eğilimini taşır.
"Dünyadaki
tüm bilimsel ve tinsel, ekinsel... değerler sonuçta tüm insanlığın malıdır"
düşüncesi genel anlamda doğrudur. "Tüm bu evrensel değerlere katkıda bulunmak tüm insanların
görevidir". Bu da doğru! Ama unutulan şudur:
Tüm
varlıkların paylaşımında kim daha çok ya da daha iyi bir pay almaktadır? Kime
yaramaktadır, kimlere yaramaktadır, tüm bu değerler ve birikimler.?
Bu konuda
daha sağlıklı düşünebilmeliyiz.
Şu an
geri kalmış ülkelere ve onların halklarına baktığımızda gördüğümüz en çarpıcı
olgu oralarda bir ekinsel sömürünün olduğudur.
Bunun
ardından da ekonomik ve politik bağımlılığı hemen görebiliriz. Ülke ve doğal
varlıkları, çevre değerleri ile birlikte bir tutsaklık ve kalkınamama zincirine
bağlanmış gibidirler. Oraların aydın geçinenleri ve üst tabaka varsılları çok
ayrı bir yaşam biçimi içindedirler ve aldıkları yeni insan tiplemesi de o çok
varsıl ülkelerin insanlarına iyi uymaktadır.
Aydın
geçinenleri ve üst tabaka varsılları onların dillerini çok iyi
konuşabilmektedirler ve onlar gibi düşünebilmektedirler. Hiç bir eksikleri
yoktur. Yalnızca kendi halkından ve öz ekinsel değerlerinden çok uzakta kalmışlardır!
Bir
halkın dilini elinden alırsanız, ardından onun ekinsel değerlerini de kolayca
yok edersiniz. Geriye de onların bir halk olarak pek özgün bir şeyleri
kalmayacağından tümüyle yok edilebilmesinin yolu açılacaktır. Bu da çağdaş
dünyada hoş karşılanacak bir olgu değildir.
Şu
durumda dil alanında türemiş yabancılıklara karşı yeni yöntemler geliştirmek
gerekir. Bunun ilk adımı ise "bilinç" kazanmaktır.
Öğretmen Gönen ÇIBIKCI,
25 Şubat 2000 Cuma, Aschaffenburg,
10.07.2018, K.
14. )
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder